Fotoğraf ve fotoğrafçılığın tanımını da günümüz teknolojileriyle birlikte sorgulayabiliyoruz. Tıpkı 1970’lerde synthesizer, müzik endüstrisine katıldığında seslerin ve müziğin dijital olarak yapılıp yapılamayacağını sorguluyorduk. 1979 yılında Giorgio Moroder, E=MC² isimli albümünü yayınlamasıyla birlikte müzik de teknolojiyle üretim aşamasında tanışmıştı. Albümün en büyük özelliği “İlk elektronik canlı-dijital albüm” ünvanına sahip olmasıdır.
Daft Punk’ın Random Access Memories albümündeki Giorgio by Moroder parçasıyla o günleri tekrar hatırlama imkanımız olmuştu. Sanatın dijital altyapıyla icra edilmesi bazı çevreler tarafından zamanın her döneminde hoş karşılanmadı. Teknolojiyle yaşanan bu değişimi sanatın her dalında dalga dalga gözlemleyebiliyoruz. Fotoğrafçılık ise teknolojiye biraz daha geç tanışıyor. Elbette konumuz analog fotoğraf makinelerinden dijital cihazlara geçiş değil. Çünkü her ne kadar üretim dijital gerçekleşse de fiziksel olarak deklanşöre basmadığınız sürece o anı saklayamıyorsunuz.
İsveç doğumlu Erik Johansson, doğru zamanda doğru yerde olmak istemeyen bir fotoğrafçı. Ona fotoğrafçı diyebilmemiz de tanımların karmaşasını doğruyor. Çekmek istediği fotoğrafların eskizlerini çıkartarak ihtiyacı olan parçaları tasarlıyor. Daha sonrasında uygun parçaları buluyor, yakalıyor veya yaratıyor. Bu parçaları Photoshop ile birleştiriyor ve onların bir bütünlük kazanmasını sağlıyor. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuçlar da sürreal ve algıyı yanıltan çalışmalar oluyor.
Sanatçı, vizyonunu TED Talk oturumunda yaptığı bir konuşma ile açıklıyor. Aynı zamanda kendi hazırladığı sahne arkası videolar ile bilgiyi saklamak yerine paylaşarak değer kazanmasını istiyor.
Görsel; Erik Johansson