Yurt dışına yerleşip başarılı olan insanları Başka Bir Ülke, Yeni Bir Hayat serisiyle tanıyoruz. Bir yandan pırıl pırıl insanların beyin göçüne üzülürken, bir yandan da başarılarına için için sevinip umutlanıyoruz. Neden gittiler, nereye gittiler, nasıl başarılı oldular? Merak edenler için hikayelerini dinledik, onlarla konuştuk. Serimizin ilk röportajında 15 yıllık reklamcılık kariyerini bırakıp New York’ta sıfırdan bir kariyere başlayan Sinem Yazıcı ile beraberdik. İkinci konuğumuz ise Saygun Erkaraman.
“Orada işini gerçekten iyi yaparsan, kıymetini bilirler.” Ne zaman yurtdışına yerleşmenin zorluklarından konu açılsa, mutlaka biri bu cümleyi kurar. New York’a yerleşen tasarımcı Saygun Erkaraman’ın planlı, programlı adımlarla ve asla ödün vermediği çalışma disipliniyle kurduğu yeni hayatı bu cümleyi adeta kanıtlar nitelikte.
“Burada her şey çok planlı programlı ve süreçler de oldukça demokratik. Bu kadar çok sesli bir takım oyunu içerisinde kendine hareket alanı açmak çok kolay olmuyor. Fakat bunun yanında da İstanbul standartlarında normal karşılanacak her ekstra çabanız, katkınız aşırı bir takdir ve teşekkürle karşılanıyor.”
KÖ: Bize kısaca kendini tanıtabilir misin?
Saygun Erkaraman: 83 yılında İstanbul’da doğdum. 2003 – 2007 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Görsel İletişim Tasarımı bölümünde okudum. 12 yıl boyunca İstanbul’da lider tasarımcı, sanat yönetmeni ve yaratıcı yönetmen olarak çalıştım. Coca-Cola, Nike, GQ, Sony, Unilever, Vodafone, Gillette, Danone, PayPal, Eti, Ülker, Opet gibi önemli markaların bir çok projesinde yer alarak yerli ve yabancı ödüller kazandım. Son 3 senedir ise New York’ta çeşitli marka ve girişimlerin dijital ürünleri için kullanıcı deneyimi & arayüz tasarımı projelerine danışmanlık ve tasarım servisi veriyorum.
KÖ: New York’a taşınmaya nasıl karar verdin? Taşınma aşamasında hangi süreçlerden geçtin?
Saygun Erkaraman: 2014’te Rafineri’deki dijital yaratıcı yönetmen pozisyonumdan ayrılıp, kendi küçük şirketimi kurmuştum. Reklam amaçlı projeler yerine, ağırlıklı olarak dijital ürün tasarımına yoğunlaşmak istiyordum. New York’tan da böyle bir ajans müşterim oldu.
Hayatımda hiç New York’a gitmemiştim. İki haftalık bir boşluk yaratıp eşimle birlikte turist olarak New York’a geldik. New York benim için ilk görüşte aşk diyebilirim. Pek çok şehir gezmiştim ama hiç böyle hissetmemiştim. O iki hafta içerisinde tamamen tesadüfen pek çok insanla tanıştım. İnsanların açık fikirliliği, yardımseverliği, çeşitliliği, şehrin dinamik yapısı ve bir anlamda da büyüdüğüm İstanbul’a benzer tarafları beni çok etkiledi. Aklımızda oluşan “Peki neden New York’ta yaşamayalım?” sorusu, seyahatin son gününde, aldığımız tavsiyelerle birlikte bize soluğu bir göçmenlik avukatında aldırdı. Oradan morali bozuk ayrıldığımı hatırlıyorum. O1, yani olağanüstü yetenek vizesini (Genelde sanatçılar aldığından Türkiye’de sanatçı vizesi olarak biliniyor fakat aslında her dalda alabilmek mümkün.) kabaca öğrenmiştik ama işler pek de kolay görünmüyordu. Referans mektupları, geçmiş proje başarıları, kazanılmış ödüller, röportajlar, yayınlar v.b.
İstanbul’a döndükten sonra, 6 ay boyunca bu konuyu rafa kaldırdık, fakat New York aklımızdan hiç çıkmadı. Derken eşim de işinden ayrıldı, iş konusu artık bizi İstanbul’a bağlayacak bir faktör olmaktan uzaklaştı. O sıralar gezerek çalışma planları yapıyorduk, iki ay boyunca farklı bir yerden çalışmayı deneyecektik. Bir alternatif Goa, diğer bir alternatif ise tekrar New York’tu. Yakın bir arkadaşımız bizi Goa’dan vazgeçirdi. New York ise gerçek anlamda yaşamayı deneyimlemek anlamında cazip geliyordu. Bu kararı almak çalışma vizesi konusunu da tekrar gündeme getirmiş oldu. Eğer hazırlıklı gidersem, iki ay içinde farklı avukatlarla görüşüp bu konuyu ele alabilirdim. Öyle de yaptım. Bu seferki avukat deneyimlerim çok farklı oldu. Hepsi vizeyi alabileceğimi hatta Green Card’a da benzer bir kategoriden başvurabileceğimi söylediler. İki ay boyunca iş için çeşitli bağlantılar kurmaya devam ettim, bir yandan da İstanbul’daki işler için çalışıyordum. Bu sürede bir avukatla anlaşıp vize için hazırlıkları da tamamlayıp başvuruyu gönderdik. İstanbul’da onay haberini aldığım sabahı hatırlıyorum. Aslen iş o zaman ciddileşti…
KÖ: O1 vizesi için başvurdun önce, başvuruyu oradayken mi yaptın? İstanbul’daki hayatınızı, evinizi kapatıp mı gittiniz bu hazırlık sürecinde, yoksa O1 alamazsam geri dönerim, diye İstanbul’la bağlantını sürdürdün mü? Bu sırada çalışma düzenini nasıl oturtmuştun?
Saygun Erkaraman: O1 başvurusunu New York’tan yaptık fakat sonucunu ancak 2 ay sonra öğrenebileceğimizden İstanbul’a dönüş yaptık. O sıralar Cihangir’de kirada oturuyorduk ve Burgazada’da bir evimiz vardı. New York vizesi olmazsa bile Cihangir’den zaten taşınmak istiyorduk, dolayısıyla Cihangir’deki evi boşaltıp geçici bir süreliğine adadaki eve yerleştik. Hiçbir zaman İstanbul’la bağlarımı kopartmak niyetinde olmadım. Zaten serbest” çalışıyordum, New York’ta olduğum süre boyunca da İstanbul’dan aldığım projelere çalışmaya devam ettim. Bir yandan İstanbul için çalışıyor bir yandan da New York’ta yeni iş bağlantıları kurmaya çalışıyordum. Daha fazla dijital ürün projesi almak istiyordum, İstanbul bu anlamda bir göl ise, burası okyanus. Projelerin süreçleri de oldukça farklı. Dolayısıyla New York’a yerleştikten sonra ister istemez İstanbul’dan aldığım projeler git gide azaldı.
İstanbul’dan New York’a yerleşen biri, Amerika’nın farklı şehirlerinden New York’a gelen bir çok insandan, yaşam standartlarına adapte olmak açısından, çok daha avantajlı.
KÖ: New York’a yerleştikten sonra dijital ürün projeleri okyanusunda yüzmeye başladın o halde. Nasıl bir dünya? Projeler nasıl geliyor, nasıl gelişiyor? Dijital ürün projesi nedir, grafik tasarımın hangi boyutunda ilerliyor bize anlatır mısın?
Saygun Erkaraman: New York’ta oldukça fazla teknoloji odaklı girişim var. Her geçen gün yenileri ekosisteme dahil oluyor, çoğu da yeni yatırımlar alıyor, büyüyor. Bunun dışında pek çok marka da kullanıcı faydasına hitap edecek ürünler geliştirmeyi hedefliyor. Bütün bu projeler için kullanıcı deneyimi tasarımı çok kritik rol oynuyor.
Projelerin gelişleri İstanbul’dan çok farklı değil. Bu kadar çok ihtiyacın olduğu bir dünyada ajanslar, markalar, girişimciler ya sizin önceki işlerinizi görerek, ya da başka projelerin referanslarıyla size ulaşıyorlar. Eğer işinizi iyi yapıyorsanız, (ki bu burada hayatta kalmak için birinci gereklilik diyebilirim) mutlaka tekrar çalışmak istiyorlar. Proje sahipleri sizin etnik kimliğinizle asla ilgilenmiyor, sadece işinize bakıyorlar. 30 sene İstanbul’da yaşamış ve tüm iş çevresini İstanbul’da kurmuş biri olarak aynı güven ortamını burada sağlamak tabii ki kolay olmuyor. Ama New York bana hiç bir zaman kendimi yabancı hissettirmedi. Ürün projelerinin reklam projelerinden en büyük farkı süreklilik diyebilirim. Örneğin, reklam odaklı bir mikro siteyi yayına alıyorsunuz, kampanya süresince yayında kalıyor ve sonra unutuluyor. Fakat dijital bir ürün asla sonlanmıyor, sürekli olarak kullanıcı verilerinden öğrenmeye, öğrendikçe geliştirmeye, daha efektif çözümler üretmeye ve gitgide ideale ulaşmaya çalışıyorsunuz. Yakın zamanda New York’un enerji sağlayıcısı ConEdison’ın proje yönetimi ürünü için çalıştım mesela. 3,5-4 ay boyunca sadece kullanıcı deneyimine odaklanabildik. İnteraktif projeler her zaman bir akış içerdiğinden, bu akışı kullanıcı deneyimini gözeterek tasarlamak proje başarısı için çok kritik. İşin grafik tasarımı bu süreçten sonra geliyor. İstanbul’da genellikle çok kısıtlı bütçe ve zamanlamalarla hareket edildiğinden genelde ya bu süreçler atlanıyor ya da yeteri kadar zaman ayrılamıyor.
İnsan yerinde durduğu sürece etrafındaki şeyler pek değişmiyor. Hayat sürprizlerle dolu, ne zaman, nerede, nasıl bir fırsat yakalayacağınız hiç belli olmuyor.
KÖ: İstanbul’daki hayat ve iş deneyiminin faydalarını görüyor musun New York’ta? Sana avantaj sağladığı zamanlar oluyor mu?
Saygun Erkaraman: Hem de çok. Hayatını İstanbul gibi bir metropolde geçirmiş biri olarak New York’ta pek yabancılık çekmedim. Hatta bence İstanbul’dan New York’a yerleşen biri, Amerika’nın farklı şehirlerinden New York’a gelen bir çok insandan, yaşam standartlarına adapte olmak açısından, çok daha avantajlı.
Ama iş süreçlerine adapte olmak biraz zaman aldı. Ben her şeyin çok acil olduğu, son anda imkansız görünen büyük değişikliklerin yapılabildiği, plan içerisinde plansızlık olan, takım oyununa nazaran daha bireysel becerilerle hareket eden bir kültürden geliyorum. Burada her şey çok planlı programlı ve süreçler de oldukça demokratik. Bu kadar çok sesli bir takım oyunu içerisinde kendine hareket alanı açmak çok kolay olmuyor. Fakat bunun yanında da İstanbul standartlarında normal karşılanacak her ekstra çabanız, katkınız aşırı bir takdir ve teşekkürle karşılanıyor.
KÖ: Gündelik hayatında İstanbul’daki standartlarını tutturabildin mi, geçtin mi? Neleri özlüyorsun, nelerden iyi ki kurtuldum diyorsun?
Saygun Erkaraman: Biz bu konuda hikayesini dinlediğim insanlara kıyasla şanslıydık bence. Belki bizim geliş süreçlerimizden, belki de yaşımızdan dolayı yaşam standartı anlamında herhangi bir şeyden ödün verdiğimizi düşünmüyorum. Bunun yanında yeni standartlarımız oldu tabii. Bir kere her yere bisikletle gidebiliyorum, yaratıcı etkinliklere daha sık ve kolay katılıyorum, kafa dinlemek istediğimde kendimi hemen yakındaki bir parka atabiliyorum. İstanbul’da özlemini duyduğum, gündem karmaşasından uzak, sakin ve ilgi alanlarıma odaklı bir yaşantı sürdürebiliyorum. İstanbul’a dair tek özlediğim şey ailem ve arkadaşlarım…
KÖ: Başka bir ülkede şansını denemek isteyen meslektaşlarına ne önerirsin?
Saygun Erkaraman: Ben bir an önce korkmadan harekete geçmelerini öneririm. İnsan yerinde durduğu sürece etrafındaki şeyler pek değişmiyor. Hayat sürprizlerle dolu, ne zaman, nerede, nasıl bir fırsat yakalayacağınız hiç belli olmuyor. Tabii ki ülke değiştirmek zorlu bir süreç, düzen kurana dek, birkaç ay idare edecek kadar para biriktirmiş olmak önemli. En önemlisi değişime açık olmak ve denemekten, çalışmaktan vazgeçmemek. İnsanın kendi rahatlık alanından çıkması kolay değil ama bunun yanında kazanılan tecrübe ve bakış açısı bence paha biçilemez.
Görsel: Saygun Erkaraman