O cumartesi hava bir aralık cumartesisinden beklenmeyecek kadar ılıktı (sıcak demek insafsızlık olabilirdi). İnsanlar bayramın da vermiş olduğu rehavetle salına salına cadde kaldırımları boyunca akıyorlardı. Şunun şurasında yılbaşına da ne kalmııştı ki zaten.
En sevdiğim bigucanla biz de kalabalığa karışmış sessizce hayat bizi nereye götürürse pek direnmeden gidiyorduk. Ta ki o ana kadar. Anaaa! O da ne..
Koskoca bir tüp içine bi silindirik bişi konmuştu ve o silindirik şey o tüpten kaçmaya çalışıyordu. Sanırız… Yoksa neden ööye bi yukarı bi aşağı hareket etsindi ki? Hımm… Üstünde de miniminnacık bi maket vardı. Akıyordu… Hımm… Motor yağına da benziyordu… Belki de motor yağıydı. Yoksa… Yoksa… Bu bir piston muydu? Aman Allahımdı! Peki ya bu orantısızlık? Peki ya bu baştan savma imalat? Göz hizasında duruyordu oysa bu…
Gerçekler sağlı sollu tokatlar halinde yüzümüze çarparken her tokattan sonra biz öteki yanağımızı dönüyorduk. Bir süre böyle afalladıktan sonra, son darbe bir sol kroşe şeklinde geldi:
-evet o bir jenaratör.. nee? jenaratööör dedim.. eveet.. elek.. ha? evet.. elektiriiik diyorum.. nee? hadi gidelim..
Aman allahımızdı o neydi öyle? Koşar adımlarla uzaklaştık ordan..
Peki bunun bir cezası yok muydu? Bunu bize yapmaya kimin ne hakkı vardı? Peki ya bir denetim mekanizması? Buna nasıl izin veriyorladı? Bunları düşünürken uyuyakaldık. Yarınlar daha güzel olacaktı… Evet…