Yaratıcı bünyeler için günlük besin kaynağı
“Eğer Nereye Gittiğini Bilseydim, Bu İşi Yapamazdım” – Frank Gehry

“Eğer Nereye Gittiğini Bilseydim, Bu İşi Yapamazdım” – Frank Gehry

Bilinmezliğin ve doğaçlamanın ilhamından beslenen mimar Frank Gehry’nin hayatına ve dünyaya bıraktığı izlere minik bir saygı duruşu.

Mimarinin sadece kullanıcı dostu ve verimli binalar tasarlamaktan ibaret olmadığını gösteren ‘star mimar’lardan biri daha geçtiğimiz günlerde bu dünyadan sonsuza dek ayrıldı. Şehirlerin silüetini değiştiren, hatta sadece onun çizdiği yapıları görmeye gelen ziyaretçiler sayesinde kendine has bir seyahat ekonomisi oluşturan Frank Gehry’nin 70 yılı aşan mimari ve tasarım yolculuğuna dalıyoruz.

1929 yılında Kanada’nın Toronto kentinde, Polonya kökenli bir ailede Ephraim Owen Goldberg adıyla dünyaya gelen Gehry’nin çocukluğu, inşa etme tutkusunun ilk tohumların atıldığı bir dönemdir. Çocukluğunda en büyük ilham kaynağı, atık ahşap parçalarıyla ona hayali şehirler ve yapılar inşa etmeyi öğreten büyükannesidir. Büyükanne ile birlikte oynanan bu sevgi dolu oyunlar Gehry’nin, mimarlığı serbest biçimli bir doğaçlama olarak görmesinin ilk adımı olur.

1974’de ailesiyle birlikte Kanada’dan Amerika Birleşik Devletleri’nin Kaliforniya eyaletine taşınan Gehry, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde (USC) mimarlık okumaya başlar. Ancak Gehry akademik hayatı boyunca, mimarlık camiasının katı kurallarından ve estetik dogmalarından epeyce sıkılır. Bu yüzden de genç mimarın mezuniyet sonrası, sanat, heykel ve mimarlık arasındaki sınırları bulanıklaştıran, deneysel bir yaklaşım geliştirmeye başlaması pek uzun sürmez. 1960’larda Paris’te şehir planlama eğitimi alıp hevesle Los Angeles’a dönmesi onun kalıplara sığmayacak bir yol izleyeceğinin sinyallerini en baştan verir.

Manifestosunu Kendi Evine Yazan Mimar

Gehry’nin özellikle konut binalarındaki sanatsal arayışı ve geleneksel mimariye olan isyanı, 1978 yılında kendi evi olan Santa Monica’daki Gehry Residence ile açığa çıkar. Mevcut evin etrafına inşa ettiği bu yeni yapı, zincir çit, kontrplak ve oluklu metal gibi “alçak” ve endüstriyel malzemeleri sanatsal bir cüretle birleştirir. Bu tasarım, uygunsuz, parçalanmış ve tamamlanmamış hissi vermesiyle o dönem fazlasıyla eleştirilir. Gehry, bu eviyle mimarlığın sadece zenginlik ve mermerden ibaret olmadığını; yaratıcılığın ve kentsel malzemenin cesur kullanımının da güçlü bir ifade aracı olabileceğini kanıtlar. Ev bu ev yıllar içinde, onun ileride kullanacağı karmaşık ve katmanlı formların manifestosu haline gelir.

‘Bilbao Etkisi’

1984 yılında hayata geçirilen, değişik geometrik formların ve malzemelerin bir araya geldiği, dinamik, açısal cephesiyle ünlü California Aerospace Museum (La La Land filmindeki ikonik dans sahnesinde de arka planda gördüğümüz o yapı) ve Weil am Rhein, Almanya’da bulunan 1989 tarihli Vitra Design Museum gibi ikonik binalarda imzası olsa da Gehry için ‘star mimar’ olma kırılımı İspanya’nin Bilbao kentinde bulunan Guggenheim Müzesi projesi ile yaşanır.

1997’de tamamlanan Guggenheim Müzesi’nin projesinde, dönemin en ileri mimari çizim teknolojilerini de aktif olarak kullanan Gehry, Guggenheim Müzesi’nin tasarımında oldukça sıra dışı, organik ve akışkan forma sahip titanyum panellerle kaplı bir dış cephe tasarlar ve bu bina mimari tarihine geçen ‘Bilbao Etkisi’ni yaratır. Çünkü bu yapı Bilbao’nun adını dünya sanat başkentlerinden biri olmasının önünü açar ve her sene binlerce ziyaretçi sadece müzeyi değil, müzenin mimarisini görmek için Bilbao’ya akın etmeye başlar. 

2000’ler ve De-Konstrüktivizmin Dorukları

İlerlemiş yaşına rağmen her daim son derece üretken bir mimar olan Frank Gehry’nin erken 2000’lerdeki bazı eserleri Seattle’de bulunan ve Jimi Hendrix’in ezilmiş gitarını andıran, metalik, rengarenk ve kaotik cephesiyle akılda kalan Museum of Pop Culture (MoPOP); yine LA’deki Walt Disney Concert Hall, Londra’nın en önemli kültür-sanat mekanlarından Serpentine Gallery Pavilion, beyaz bir buzdağını andıran cephesiyle Fondaion Louis Vuitton ve tabii ki Prag’daki ‘Dans Eden Ev’ olarak bilinen Dancing House binasıdır.

Son olarak Frank Gehry’nin ülkemiz için tasarladığı fakat gerçekleşemeyen bir projesi de vardır: Ünlü mimarın 2005 yılında İstanbul Tepebaşı’nda bulunan TRT binası yerine tasarladığı Suna Kıraç Kültür Merkezi projesi o dönem iş insanı İnan Kıraç’ın tüm çabalarına rağmen ne yazık ki hayata geçemez. Ve Tepebaşı’ndaki son derece uygun arazi, şehir silüetine büyük katkısı olacak o ikonik yapıların bir benzerinden daha mahrum kalmış olur.

 

Görsel: Guggenheim Museum, Mike Blake/ Reuters