Caner Eler’in Eurosport’ta anlattığı herhangi bir spor karşılaşmasını dinlemiş olanlar, onun gerek spor bilgisi, gerekse genel kültürüyle nasıl fark yarattığını bilir. Titizlikle yaptığı incelemeler ve bulduğu akıl dolu benzetmelerle her spor dalını izlenir kılan Eler, bir tenis maçı sırasında Gezi Parkı’na selam göndermeyi ihmal etmeyen, bisiklet yarışı parkurunun etrafından geçen doğal güzellikleri takdir ederken ülkenin doğal güzelliklerinin tahrip edilmesine değinmekten çekinmeyen biri, tabiri caizse “adam gibi adam”. Böyle bir ismin, “düşünen spor dergisi” mottosuyla çıkan Socrates Dergi’nin Genel Yayın Yönetmeni olması da çok şaşırtıcı değil. Eler, Kristal Elma 2015’in son günü deneyimlerini paylaşmak üzere Future Room’a geldi, aktarmak da bize düştü.
Socrates’in adı, aynı ada sahip Brezilyalı efsane futbolcudan geliyor. Eler’in kişisel deneyiminin başında ise dünyayı görme isteği sonucu pilot olma hayali var. Sonra basketbola başlıyor ve makine mühendisliği okurken bir yandan spora devam edip işin nereye gittiğini görmek istiyor. Bu, kemik kanseri teşhisiyle basketbolcu olmayacağını öğrenene kadar devam ediyor. Onun için en büyük ilham kaynaklarından biri kanseri yenen bisikletçi Lance Armstrong. Bize Armstrong’un, bir imza gününde, ona kendisinin kanseri yenmesinde ilham kaynağı olduğunu söyleyen orta yaşlı bir kadın görünce aslında doping yaptığını itiraf edememesinin hikayesini de anlatıyor: “Bunu Lance Armstrong’u aklamak için söylemiyorum, ama o benim de ilham kaynağımdı.”
“TRT 1 gerçek bir devlet televizyonuyken” Kenan Onuk’un sesinden atletizm, Barbaros Tali’nin sesinden buz pateni, Fahri İkiler’in sesinden de Wimbledon dinleyerek büyüyen Eler bunun, kötü bir Türk dizisi izlemek zorunda kalınmadığı için dönem seyircisinde bir spor kültürünün oluşmasına büyük katkı sağladığı fikrinde.
2005’te, ne yapacağını bilmez bir haldeyken Eurosport kanalının ve Four Four Two dergisinin Türkçesinin çıkacağını öğrenen Eler, hayallerinin peşinden gitmek için yeni bir şans yakalıyor ve son umut olarak buralara başvurmak istiyor. O sıralar Eurosport’un başında olan Bağış Erten ile iletişime geçtiğinde Erten ona, açık pozisyonları olmadığını ama bir çay içmek isterse gelebileceğini söylüyor. Çay esnasında başlayan spor bilgisine dair ufak “yoklama” soruları, Eler doğru cevap verdikçe çim hokeyi, Lacrosse, Amerikan futbolu gibi dallara taşarak iyice “kazıklaşıyor”. Hastanede olduğu dönemde sporun her dalıyla ilgilenmiş ve sadece bunlara kafa yormuş biri için bunları da cevaplamak zor değil: “Bağış Abi ‘Çocuk gelmişken ayıp olmasın diye birkaç soru sorayım, ama kazık sorayım da bilemediği için almamış olayım’ diye düşünmüş. Sorular bitince ‘İki gün sonra gel, çim hokeyi yayınına çıkacaksın’ dedi.”
Yıllar geçtikçe Caner Eler, Eurosport’ta kendine ilham veren Lance Armstrong’u, en sevdiği diğer atletlerle birlikte anlatma şansı buluyor: “Eurosport benim hayalden kopmamamı sağlıyor. Inception‘da çevirdikleri o topaç gibi. Sabahları kalktığımda işe gideceğim için çok mutlu oluyorum, oradan ayrılmayı hiç istemiyorum. Hastalığımla bu kadar iyi mücadele edebilmemin en büyük nedeni de sevdiğim işi yapabilmem.”
Socrates “başka bir şey mümkün” düşüncesiyle ortaya çıkan bir proje. Geçmişteki Gelişim Spor, Fast Break gibi kaliteli dergilere atıfta bulunan Eler, “Ekip olarak ne okumak istiyorsak onu yazıyoruz.” diyor. Özellikle Türkiye’de bunu yapmanın ne denli zor olduğunu ifade etmeye gerek yok sanırım. Geçmişten gelen “halk bunu istiyor” algısını törpülemek kolay değil. Kendisine bisiklet anlatırken “Git futbol anlat, ünlü ol.” diyenlerin, o çevrilen pedalların ardındaki binlerce değişik hikayeyi dinlediklerinde “Göründüğünden çok daha ilginçmiş.” diyerek sporun diğer dallarıyla da ilgilenmeye başladıklarını açıklayan Eler’e göre, Eurosport bu algıyı yıktı, şimdi sıra bunu basılı medyaya taşımakta.
SMS’lerden bütün sesli harfleri attığımız, birbirimize 140 karakter ve 6 saniyelik videolarla eriştiğimiz bu hızlı çağda, farkında olmasak da biraz “yavaş”lığa ihtiyacımız var. Dünyadaki “yavaş yaşam” hareketlerinin temelinde bu düşünce yatıyor. Socrates de bu anlamda “yavaş okunacak” bir dergi. Dünyadaki benzerleriyle “ilgilenmeyen sporlar”a değindiği için paralellikler taşıyor. Örneğin Amerika’da bunu sürdürmeye çalışanlar, medyanın beyzbol ve amerikan futboluna kıyasla çok daha az kale aldığı futbol üzerine çıkan dergiler. Eight by Eight, bunlardan bir tanesi. İspanya’daki Panenka ve Libero dergileri de farklı bir derinlik yaratmaya çalışan dergiler olarak ön plana çıkıyor. Herkesin her şeyi zaten anında öğrendiği bir dönemde aylık çıkan derginin yapması gereken halihazırda bilineni, farklı bir derinlikle anlatmak. Socrates‘te de “derginin içinde sadece Messi-Ronaldo, Galatasaray-Fenerbahçe olmasın” diye uğraş veriliyor. Sanat dallarının sporla temas ettiği alanlar bulunuyor, sanatçılarla spor konuşuluyor (onlar da özellikle muhalif düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilecekleri bir mecra bulmuş oluyor), örneğin bir triatletin hikayesi anlatılıyor. İnsanların 10 ay sonra da dönüp okuyabileceği bir “düşünen spor dergisi” yaratmaya çalışılıyor. Bunun gerçekleşebilmesinde önceden hiç dergi çıkarmamış Can Yayınları’nın cesaretinin büyük etkisi var. Derginin üzerinde titizlikle durduğu bir konu olan görselliği ise TBWA üstlenmiş. Her ayın ayrı bir teması var (örneğin ekim ayının teması “medya”) ve dosyalar farklı yönleriyle ele alınmaya çalışılıyor. Örneğin derginin “Hiç Unutmam” bölümü, sözlü tarihe ayrılmış durumda: “Bir sayıda Muhammed Ali’den bahsetmek istiyorduk. Hepimiz onun hakkında bir şeyler okuyup, görüntülerini izleyip yazabilirdik ama onu gerçekten izlemiş olan biri olsun istedik. Uğur Yücel’i bulduk, onunla konuştuk ve ortaya 70’lerin yapısını da kapsayan, Deniz Gezmiş’e kadar değinen bir iş çıktı. Hatta o da geçmişte boksör olmak istiyormuş, öğrenmiş olduk.”
Günümüzde herhangi bir bilgiye erişmek çok kolay. Hızla akıp giden hayatın içinde biraz “yavaş”lığa ihtiyaç duyduğumuzu kimi zaman fark etmeyebiliyoruz. Socrates gibi girişimler hem bunun değerini takdir etmemizi sağlıyor, hem de medyaya ihtiyaç duyduğu nefesi aldırıyor: “Spor medyası da dahil tüm medyanın en büyük sorunlarından biri baskı, muhalif kimliğiyle var olmak.” Caner Eler’in kişisel hikayesi ise hayal kurmak, hayallerini gerçekleri (bacağı) üzerinden yeniden şekillendirmekten çekinmemek, karşısına çıkan şansları (Bağış Erten gibi isimlerle tanışmak) iyi değerlendirmek ve “yapılamaz” denenleri yıkmak konusunda bizlere bir rehber niteliğinde.
Görsel; Bigumigu