Bir yola çıkarken ilk adımınız, süreç boyunca izleyeceğiniz stratejiyi gösterir. Biz tasarımcılar günümüzde yola ‘open new file‘ yapıp hızlıca üretime başlayarak çıkıyoruz. Yaptığımız şey; düşünmeden, sorgulamadan, “pixel” dünyasında layer üstüne layer atmaktan başka bir şey değil. Oysa ki grafik tasarım; büyük kitlelere hitap edip, onları derinden etkileyebildiğimiz bir kanal. Tüm bu güce rağmen ‘deadline‘ kurbanı olup, çoğu zaman hissetmeden, içimize sinmeyen tasarımlar yapıyoruz. İşte tam da böyle bir dünyada bizlere heyecanımızı yeniden hatırlatan oluşumlar var neyse ki! Bunlara en güzel örneklerden biri de geçen ay katıldığım Yahşibey Tasarım Çalışmaları.
Emre Senan Tasarım Vakfı tarafından her yıl düzenlenen tasarım çalışmaları dünyaca ünlü tasarımcıları, üniversite öğrencileriyle buluşturuyor. Grafik tasarım, mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı, tekstil gibi alanlarda tasarım çalışmaları düzenleyen vakıf, Yahşibey Köyü’nün orta yerinde mimarisi Nevzat Sayın‘a ait bir taş yapıdan oluşmakta. Hiçbir kuruluştan finansal destek almadan, Emre Senan ve Ayşegül İzer tarafından kurulan vakıf, bizlere hayalini kurduğumuz o çalışma ortamını sunuyor.
36.cısına katıldığım Yahşibey Tasarım Çalışmaları‘nın yürütücülüğü gıda aktivisti Defne Koryürek ve MSGSÜ-Grafik Tasarım Bölüm Başkanı Prof. Ayşegül İzer tarafından yapıldı. 15 gün aynı çatı altında yaşadığım arkadaşlarımla İstanbul’a döndüğümüzde eşe dosta anlatacağımız bir sürü güzel anı yaşadık. Yemeğimizi, temizliğimizi kendimiz yaptığımız proje evinde müşterek bir hayat nasıl yaşanır, bizzat deneyimledik. Her tabağa eşit yemek koyup, tencere dibinde kalanları da ziyan olmasın diye birlikte sıyırdık. Haftada bir gelen çöp aracının peşinden koşup, ‘akşama ne yesek’ sorusunu ‘dolapta bozulmaya başlayan ne kaldı?’ diye sorgulayarak ve değiştirerek hiçbir şeyi ziyan etmeden yaşamayı öğrendik.
Köyde yaşamak ise bizim için, sosyal medyadan takip ettiğimiz doğa bloglarının içinde olmak gibiydi. Bahçesinden topladığı bir tas salatalıkla kapımızı çalan komşumuz, akşamüstleri keçilerini birlikte otlattığımız Ayşe teyze, köy bakkalımız Mehmet Ali ağabey, yolda yürürken selamlaşıp konuştuğumuz insanlar… Hepimiz onlar için yazın 3 aylığına yanlarına gelen torunları gibiydik. Köyde lokma döküldüğünde, Ramazan’da verilen büyük iftarda hep davetliydik. Eve gelen sünnet davetiyesinde yazan ‘Emre Senan-Ayşegül İzer ve talebeleri’ hitabındaki ‘talebelerden’ biri olduğunu bilmek bile çok güzeldi. Yani şehirde kaybettiğimiz, unuttuğumuz tüm muhabbet Yahşibey’deydi.
Yahşibey’e giderken Gastronomi ve Grafik Tasarım başlıklı bir çalıştay olunca aklımıza bir yemek kitabı tasarlamak, belki food art yapmak, doğal font tasarlamak gelmişti. Fakat ilk gün Defne Koryürek’in konuşmasından sonra yapılacakların bunlarla sınırlı olmadığını anladık. Kirli bir dünya vardı ortada. Gıda gibi temel bir ihtiyacın ranta dönüşüp, adaletsiz dağıtımı ve bunun üzerinden oturtulmuş bir düzen vardı. Müşterek alanların tekelleştirilip, bizlere geçmişini bilmediğimiz bir ürün olarak ‘afili ambalajlarla’ pazarlandığı dünyada biz; bu çarkın tam da orta yerinde derin bir uykudaydık. Korkunç şartlarda çalıştırılan çocukların, sütü için her gün tecavüze uğrayan ineklerin, toprağından edilip göçe zorlanan her çiftçinin mutsuzluğunda aslında biz vardık.
Her konuşmada çoğu zaman yepyeni kavramlarla tanışıyorduk. Bunlardan en önemlisi de muhtemelen ‘müşterekler’ (the commons) di. Bunu da Salt’ın kurucusu ve Defne Koryürek’in eşi olan Vasıf Kortun’dan dinlemek ise Yahşibey’in büyük sürprizlerinden biriydi herhalde. Her zaman ben de yeri ayrı olan, Salt’ın herkese açık olan, kamusallaşmış yapısının mimarıyla dünyayı tartışmak harika bir deneyimdi.
Bütün bu tartışmalar, toplantılardan sonra artık bu probleme bir çözüm üretmeliydik. Grafik tasarımın temel tanımını oluşturan ‘problem çözme’ bilgimizi bu sefer bir A3 yüzeyinde değil, dünyanın yeryüzünde kullanacaktık. Bunun için bir manifesto yazdık. Nasıl bir dünya istediğimizi hepimiz biliyorduk. Daha eşit, daha adil bir gelecek istiyorduk.
Bu bağlamdan yola çıkarak Prof. Ayşegül İzer ile çalıştayın ikinci kısmına başladık. Süreç bir kitap tasarımına, manifesto ise afiş ve şömize dönüştü. İzmir’in o güzel havasında zihinlerimiz açılmış, dünyaya bambaşka bir gözle bakmaya başlamıştık. Artık üretime geçme vaktiydi! İşin tam da bu kısmında yol boyunca yanımızda hep Ayşegül İzer vardı. Bize özgür bir çalışma ortamı sunan Ayşegül İzer, ışığa her ihtiyaç duyduğumuzda yanımızdaydı. Kimimiz dut ağacının altında, kimimiz havuz başında çalışmaya başladı. Hayaller de gerçekler de, Yahşibey’deydi. Yarış yoktu! Hepimiz yardımlaşarak bütün işleri bitirdik.
Hava karardığında, evimizin bahçesinde güzel bir sunum yaptık. Hollanda’dan Portekiz’den, İstanbul’dan, Ayvalık’tan bir sürü misafirimiz geldi. Onlar gittikten sonra kıyafetlerimizle havuza atlayıp, günün başarısını kutladığımız ana kadar tüm gece bir anne gibi ev sahibiydik.
Sunumla birlikte Yahşibey Günlüğü’nün son sayfalarına gelmiştik. Elimizde artık bir manifesto, bir kitap ve aklımızda bir gelecek vardı. Bu şeytani döngüyü birkaç afiş, illüstrasyon, tipografi ile yıkmak elbet mümkün değil. Ama hangi kadın ‘We Can Do It!’ afişine bakıp güvenini tazelemiyor ki? Bizler de afişleri yapmadan önce inandık. Değişime dünyadan değil, kendimizden başladık. Düşündük, tartıştık, inandık ve tasarladık. İnanıyoruz, BAŞKA BİR GELECEK MÜMKÜN!
Kaynaklar: yahsibey36.wordpress.com, issuu.com/yahsibey36