Murat Demirtaş’ın hikayesi üzerine düşünecek ve söylenecek o kadar çok şey var ki… Demirtaş, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden mezun 42 yaşında bir heykeltıraş. 2 çocuk babası ve 11 yıldır evli. Eşi de kendisi de çocukların bakımını ebeveynlerin yapması gerektiğine inanıyor. Eşi devlet memuru olduğundan 3 yıldır çocuklara Murat Demirtaş bakıyor. Cinsiyetçi kalıpları tiye alan bir üslupla kendine “ev beyiyim” demeyi ihmal etmiyor. Hem çocuklara bakıyor hem de 3 yıldır ekmek yapıyor. Aslında daha önce İyi Şeyler Yapan Güzel İnsanlar Konferansı‘nda konuşmacı olması dolayısıyla çalışmalarına kısaca yer vermiştik.
Demirtaş’ın katkısız ekmek konusundaki başarısına ve ilkeli duruşuna değinmeden önce heykeltıraş olarak neler yaşadığına bakalım. Kendisi bir süre hem garsonluk hem de heykel yapmış. Heykelleriyle sergilere katılmış. Ancak yeterince heykel satamadığı için geçimini sağlamak üzere alternatif yollar aramak zorunda kalmış. Bu hikayenin en vurucu noktalarından birisi bence bu. Sanatçılar, sanat piyasasına dahil olabilen şanslı bir azınlığın haricinde geçinemiyor. Ayakta kalmak için ya sanattan vazgeçmek ya da sanatın yanı sıra başka işlerle de uğraşmak, ikili bir yaşama göğüs germek durumundalar.
Evdeki ekmek yaptığını gören bir arkadaşının Demirtaş’a “bu ekmeklerden her hafta 3 tane alırım” demesi üzerine ekmek serüveni kendi evlerinin dışına doğru yayılmaya başlıyor. Şu anda 50 eve ekmeklerinin girdiğini belirtiyor. Dilerseniz Fırınımdan Ekmekler adlı blogunu inceleyebilir, takip edebilirsiniz.
Demirtaş, ekmeklerinin tamamen katkısız olduğunun altını çiziyor. Kendi deyimiyle dünyanın en temiz, en güzel ekmeğini yapıyor. Taksim’de 2 yıldır ekmeklerinden düzenli olarak alanlar olduğunu ve özellikle şeker hastalarının sağlığının çok olumlu etkilendiğini, ilaç kullanımlarının azaldığını anlatıyor Demirtaş: “Bu ekmeğin buğdayını Çankırı’dan bir üreticiden alıyorum, tuzumuz da oradan geliyor, tertemiz. Üreticinize güvenmeniz gerekiyor. Siz ona güvenip desteklerseniz gerçekten atalık olan tohumlar devam eder, sürdürülebilir. Ürünün hammaddesine yakın olmak istiyorum. Eskiden, çiftçi, değirmen ve fırıncı birlikte hareket edermiş. Bu önemli. Keşke yakınımızda bir çiftçi olsa, ben de yanındaki değirmenin orada bir fırın olsam.”.
Kendi yaptığı ekmekleri, yürüyerek ve toplu taşıma ile dağıtıyor. Ankara, Rize, Antalya, İzmir, Çanakkale ve Van gibi şehirlerden de talep edenler olmuş. Karbon salınımının artmasına neden olmak istemeyen Demirtaş ise bu ilkesi gereği şehir dışına ekmek gönderemiyor. Bu devrin, “İşlerimi büyütür, daha çok para kazanırım” zihniyeti yerine o kendi ilkelerine bağlı kalmayı tercih ediyor. Bu durumu şöyle açıklıyor: “Gönderdiğim her ekmek bir kutunun için girecek. Belki o yaptığım ekmek sebebiyle bir süre sonra daha çok ekmek yapıp göndermeye başlayacağım ve o kargo şirketi bir araba alacak. Bu daha fazla karbon salınımına neden olacak.”.
Murat Demirtaş, yaşadığı bölgede üretiyor, yaşadığı bölgede satıyor. Mümkün olsa idi yani İstanbul’da ata tohumu eken güvenilir bir üretici bulabilseydi hammaddesini de muhtemelen oradan temin edecekti. Bu hikayedeki en önemli noktalardan biri şu; daha az karbon salınımı, daha sürdürülebilir bir yaşam için yerel olanın kıymetini bilmemiz, yerel hareket etmemiz ve yerel olanı desteklememiz gerekiyor. Sürdürülebilir yaşam olgusunun en çok vurguladığı şeylerden biridir yerellik. Her şeyin merkez-çevre (örneğin İstanbul ve ülkenin geri kalanı) şeklinde yapılanması ne merkezi ne de çevresini mutlu edebiliyor. Özellikle merkezdekilerin durumunu Defne Koryürek’in şu sözleri iyi tarif ediyor: “Eğer gerçek süt içmiyorsanız, gerçek yoğurt yemiyorsanız, gerçek ekmek yemiyorsanız, gerçek et değilse yediğiniz, siz de gerçek bir insan değilsiniz ve gerçek olmayan bir şekilde öleceksiniz.”. O halde yürüme mesafenizdeki bölgenize yakından bakın; orada hangi değerler var, siz hangi değeri üretebilirsiniz, hangi değerin zarar görmesini engelleyebilirsiniz?
Görsel: YouTube