Çiğdem Aslantaş, geçtiğimiz ay “1 yılda, 10 ülkede, 50 müze” hedefini tamamladı. Türkiye, Almanya, Hollanda, Sırbistan, Çek Cumhuriyeti, İtalya, Litvanya, Letonya, Estonya ve Fransa olmak üzere 10 farklı ülkede yer alan bu müzelerden örnekler eşliğinde Aslantaş; marka müzeleri, müze mimarisi ve müzecilik hakkında sorularımızı yanıtladı.
Sohbetimize geçmeden önce kısaca Aslantaş’ın öz geçmişine de bakalım. Anadolu Üniversitesi’nde Endüstriyel Tasarım öğrenimi gören Aslantaş; Hacettepe Üniversitesi, İç Mimarlık Bölümü’nde de derslere katılmış. Aynı dönemde iç mekan tasarımı ve fuar tasarımı alanlarında da çalışmalar yapmış. Aslantaş, 2014’ten itibaren yurtiçi ve yurtdışında üstlendiği çeşitli projeler ile çalışmalarına serbest tasarımcı olarak devam ediyor. Müze mimarileri ve kurguları üzerine çeşitli dergilerde makaleler yazıyor. Müze ziyaretlerindeki izlenimlerini Instagram hesabı aracılığıyla paylaşıyor.
Müzelere ve müze mimarisine duyduğun ilgi nasıl başladı?
Çiğdem: Ankaralı biri olarak müzeleri gezmek aslında çok da alışılmadık bir durum değil benim için. O kadar çok bürokratik mimari arasında büyüdüğünüzde müzelerin de o ağır havası hafifleşiyor. Bununla birlikte eğitim hayatım süresince oldukça güzel müzelere götürüldüm. Bir şekilde de o zamanlar keyifli anlar yaşamış olacağım ki, müzeler hep eğlenceli mekanlar olarak kalmış aklımda. Aslında daha gerçekçi olursam müzeleri gezdikten sonra bir şeyler yemek için oturduğumuz müze kafelere ve müze dükkanlarına daha çok bayılırdım. Belki de hepsi birleşince total bir hisse dönüşmüştür. Müze mimarisine duyduğum ilgi ise yıllar sonra bir arkadaşımdan mekan yazısı yazmam için teklif gelmesiyle canlandı. Bana sunduğu yazı seçenekleri arasından müze mimarilerini seçtim. Böylelikle Ankara’da bana yakın olan Erimtan Müzesi’ni yazmakla başladım. Sonrasında da süreç kendiliğinden devam etti.
Gezdiğin müzelerin listesini neleri kriter alarak hazırladın? “1 yılda 10 ülkede 50 müze” gezme hedefi nasıl şekillendi?
Çiğdem: Listenin oluşmasında da çok ciddi bir kriter koymadım kendime, biraz akışta şekillendi diyebilirim. Son iki yıldır işim gereği Almanya’ya sıklıkla gidiyorum. Başlangıçta Almanya’nın komşu ülkeleri ile başlayan süreç sonrasında kültürlerini merak ettiğim ülkelerin listeye girmesi ile devam etti. Devamında bu keyfi süreci daha planlı yapabilir miyim diye düşündüm ve ben de kendi kendime böyle bir hedef koydum. “1 yıl 10 ülke 50 müze” fikri kulağa da hoş geldi gerçekleştirmesi de. Bu hedefi aslında biraz kendimi zorlamak ve biraz da ne kadar yapabileceğimi görmek için koymuştum açıkcası. Tabii biraz da iş hayatının monotonluğunu canlandırmak için. Tabii can sıkıntısından müzeye gitmek de ayrı bir ironi bir çok insan için ama efsane müzelerde zaten zihin yenilendiği için başka bir diyara girmiş gibi oluyorsunuz.
Mimarisini en başarılı bulduğun marka müzeleri hangileri oldu? Neden?
Çiğdem: Bu güne kadar ziyaret ettiğim marka müzelerde başlangıçta ortak bir deneyim sunacaklarını ön görüsü ile gitmeme rağmen hepsinde farklı deneyimler yaşadım. Bazıları mimarileri ile ilk anda büyülerken bazıları kurgularıyla ters köşe yapabiliyor. Mesela Porsche Müzesi ilk görüşte marka imajını güçlü bir şekilde temsil eden nefes kesici mimarisi ile ziyaretçisini karşılıyor. Markanın kendi dinamiklerinden hız kavramı, gerek mimarinin yer çekimine karşı koyan ve her an havalanacak bir aracı andıran dinamik yapısıyla, gerekse gelecekten bugüne ışınlanmış formuyla ağızları açık bırakıyor. Müzenin içerisinde ise kendinizi 2300 yılına ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. Ama mimarinin iç mekan kurgusuna bir süre sonra alışıyorsunuz ve dışarıdaki çarpıcı etki düzenli bir hale giriyor. Başka bir örnek olarak Red Dot Müzesi ise dışarıdan vermek istediğini Porsche Müzesi kadar net bir şekilde iletmiyor ancak içerideki kurgusu ile ters köşe yapıyor. Ziyaretçi sürekli dinamik tutan bir müze olarak, tek bir markanın değil de dünya devi markalarının güncel tasarımlarını bir maden ocağının 100 yıl öncesinde kalma kazan dairesinde sergiliyor. Hiç beklenmeyen konteksler içerisinde sergilenen nesneler ziyaretçiyi baya dinamik tutuyor. Ancak hem mimari hem de müze kurgusu olarak en başarılı bulduğum kombinasyon ise Mercedes-Benz Müzesi oldu. Kurgunun tamamı o denli başarılı ki tüm markanın her an tam olarak size ne hissettirmek istediğini anlayabiliyorsunuz. Ziyaretçi, öncelikle markanın geniş bir alanda gövde gösterisi yaptığı yerleşkesinden geçerek müzeye geliyor. Arenası, caddesi, tüm showroomlarının olduğu bu yerleşke zaten ziyaretçinin marka için hissettiği duyguyu müzeye kadar yükseltiyor. Sonrasında ziyaretçi öncelikle mimariyi ve çevre düzenlemesini keşfetmek için ciddi bir heyecan duyuyor. Ardından mimarinin içine girildiğinde alanlar o denli başarılı bir kurguyla tanımlanıyor ki sıkılmaya fırsat bulmamadan ortalama 4 saat geçirebiliyor.
Porsche Müzesi:
Mercedes-Benz Müzesi:
Müzesi olmayan markalar arasında hangisinin bir müze kurmasını isterdin? Mimari ve kurgusal açıdan hayalinde canlandırsan nasıl bir müze olmasını önerirdin?
Çiğdem: Google’ın müzesini yapmayı çok isterdim. Yıl 2017 olmuş hala ben Google’ın çalışma sistemine ve sonunun olup olmayacağını düşündüğüm de şaşırıyorum. Dünyanın her şeyinin içerisinde olduğu gelmiş geçmiş en büyük bilgi deposu. Öyle tanrısal özelliklere sahip ki insanın bilincinin ve hayal gücünün çok ötesinde. Aynı anda, her yerde, her şeyi biliyor ve ölümsüz… Tüm bu soyut niteliklere rağmen insanın yarattığı bir marka olduğunu bilmem belki de dokunulabilir bir müze yapma isteğimi tetikliyordur. Belki de insan üretimi üst bir oluşumu iç güdüsel olarak yine insani özellikler atfetmek istiyor olabilirim:)) Markanın fiziksel bir göstergesi olan bir müze yapmak içinse, markanın ve müzenin ortak noktası olan ‘zaman’ kavramını referans noktası olarak alırdım. Müzeler içerisinde sergilediği bilgilerle ziyaretçiye zaman yolculuğu fırsatı sunuyorken, Google’da kendi ziyaretçilerine aynı imkanı tanıyor. İkisinde de zaman çizgileri arasındaki sınırlar ziyaretçiler için o kadar büyüleyici şekilde ortadan kalkıyor ki, saniyeler içerisinde geçmişe gidebiliyor, sonrasında aynı şekilde şimdiye dönebiliyor ya da size gelecekten haber veren kurgulara götürüyor sonrasında istediğinde zaman geri döndürüyor. Zamanı eğip büküp, oradan oraya sıçradığımız bir formata büründürüyor iki kurguda. Bu sebeple ikisini bir pota içerisinde eriterek markayı fiziksel olarak da bütün duyularla yaşandığı, zaman ve mekan sınırlarının ortadan kalktığı ancak yine de var olduğunu bir şekilde sezgisel olarak bilindiği bir senaryo oluştururdum. Mesela Google’ın kokusu olsa nasıl olurdu ya da Google bir tat olsa nasıl olurdu ya da tüm bu bilgi karmaşasında total bir sesi olur muydu? Gibi soruların cevaplarını sorgulandığı ve bunu da bu dünyadaki materyaller üzerinden tanımladığım bir mekan kurgusu yapardım. Kısacası bütün dünyanın bir simülasyonu niteliğindeki bir oluşumu tersten gelerek dünyadaki fiziksel halini bulmaya çalışırdım.
Sanal müzeleri de takip ediyor musun? Takip ediyorsan hangileri olduğundan bahsedebilir misin?
Çiğdem: Bazı müzelerin sanal versiyonlarını takip ediyorum. Özellikle NASA’ya ait ‘National Air and Space Museum’ ve ‘Rijkl Museum’ müzelerini yakından takip ediyorum. İki online müzenin öncelikle ortak noktası inanılmaz rahat akan sayfa kurgularının olması. Grafikler çok rahat okunuyor ve site sürekli güncel ve dinamik. Ziyaretçisine didaktik olmayan bir üslupla bilgi iletiyor. Ancak şunu da itiraf etmeliyim ki gittiğim müzeleri sonrasında yazmaya başladığımda hatırlamak için tekrar sanal müzelerine girdiğimde aynı hissi alamıyorum sanki başka bir yere bakıyormuşum gibi geliyor. Mekanda olmayı ve mekan algısını fazlaca önemsiyorum. Tabii ki dünyanın bir ucundaki bir mekanı göremediğiniz zaman oldukça eşitlikçi bir bilgi paylaşım platformları ama fırsat olursa yerinde ziyaret etmek çok daha keyifli.
Bugüne kadar gezdiğin müzeler arasında en etkileyici müzeler hangileridir.?
Çiğdem: En etkileyici bulduğum 5 müze; Mercedes-Benz Müzesi, Submarine Müzesi, Red Dot Müzesi, Porsche Müzesi ve Rijkl Müzesi idi.
Red Dot Tasarım Müzesi:
Rijkl Müzesi:
Türkiye’nin en etkileyici müzeleri sence hangileri?
Çiğdem: Baksı Müzesi, İstanbul Deniz Müzesi, Rahmi Koç Müzesi, Zeugma Müzesi ve Anadolu Medeniyetler Müzesi.
Özellikle yaratıcı bünyelere (tasarımcı, reklamcı, mimar, sanatçı) ilham verebilecek, “mutlaka gezsinler” diyebileceğin müze hangisi?
Çiğdem: Her müze ayrı bir ilham kaynağı. Ama ben bugüne kadar gezdiğim müzeler arasında en çok Mercedes-Benz Müzesi’ni sevdim. Bir markanın tüm serüveninin olması dışında her noktası üzerine fazlaca düşünülmüş ve çok ilham verici bir müze. Sadece bir otomobil markasının tarihi gelişim serüvenine tanıklık etmiyorsunuz, ayrıca geçmiş 100 yıldan fazlasındaki tüm hayatlara dokunabiliyorsunuz. Ve bu süreç fazlaca zeki ve yaratıcı bir mimari kurguyla ziyaretçiye yaşatılıyor. Müzede ortalama bir ziyaretçi ortalama 4 saat ve 8 km yürüyor ancak hiç bir şekilde yorulduğunu hissetmiyor. Çünkü mekan o kadar iyi kurgulanmış ki mimari kadar dolaşım senaryosu da ziyaretçiyi sarmalıyor. Her an şaşırtıcı bir öğe ile zihin dinamik tutuluyor. Müze kısaca bir markanın tarihinin, taşıdığı ve iletmek istediği tüm değerlerinin ciddi bir gövde gösterisi niteliğinde.
Müze ziyaretlerin sırasında yaşadığın absürt bir anıyı/anekdotu paylaşabilir misin?
Çiğdem: Yurt dışında müze ziyareti denildiğinde insanların zihinlerinde çok elitist bir sahne canlanıyor ancak aksine ben her müze ziyaretimde mutlaka absürt bir sahnenin kahramanı olduğum bir anıyı cebime koyarak dönüyorum. Bunları yaşamamın temel nedeni seyahatlerimi tek başıma yapıyor olmamdan kaynaklanıyor bence. Mesela içerisinde benimde olduğum bir fotoğraf karesi yok. Birilerine benim fotomu çeker misin diyebilen birisi olmadığım gibi üstüne üstlük selfi özürlüsüyüm de. Kol kaslarımın ve beynimin bu tarz bir eylemden haberi yok, yapamıyor. Ancak Estonya’da Tallinn Denizaltı Müzesi’nden o kadar etkilendim ki orada fotoğrafım olsun istedim. Benim gibi ziyaretçi olan başka bir kişiden rica ettim, bu kendime rağmen geliştirdiğim yürekli girişimim de hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Bir fotoğrafımın olmasının yarattığı heyecanla fotoğraf çekildikten hemen sonra kontrol etmedim. Ertesi gün fotoğrafları incelerken asıl gerçekle yüzleşebildim. Kadraja ancak vücudumun yarısı ile dahil olabildiğimi, merkezde ise Rus hemcinsim olan benim gibi başka bir ziyaretçinin yer aldığını gördüm. Çeken kişinin tahminimce estetik açıdan adaletli dağılım içeren bir kompozisyon oluşturmayı hedeflediğini düşünüyorum.
Ancak açık ara yaşadığım en absürt deneyim Vitra Campus’e gittiğim zaman gerçekleşti. Ülke sınırında oldukça saçma bir şekilde kayboldum. Müze lokasyon olarak İsviçre-Almanya sınırının ortasında, hatta biraz daha zorlanırsa Fransa-İsviçre-Almanya üçgeninin kesişiminde bulunuyor. Müzenin olduğu Vitra Campus geniş bir yerleşke olduğu için alanı dinç bir şekilde gezebilmek adına bir gece öncesinden trenle gitmeye karar verdim. Ancak tren yolculuğum sırasında otele daha erken gidebilmek için müthiş bir stratejik hamle yapıp Basel yerine bir durak önce Weil am Rhein’da indim. Trenden indikten sonra navigasyonun 5 dakika olarak gösterdiği yolu da, telefon şarjımın %10 olmasına rağmen yürüyerek geçmeye karar vedim. Ancak bir süre sonra navinin beni yönlendirdiği yollardan durumda bir tuhaflık olduğunu sezmeye başladım. Tekrar kontrol ettiğimde gösterilen sürenin yürüme mesafesi için değil araç mesafesine ait olduğunu anladım. Orada da yine bir önce verdiğim süper stratejik kararlardan bir tanesini daha verip yola devam ettim. Bir süre sonra yol iyice tuhaflaştı ve araçsız, insansız ıssız bir yerde kendimi buldum. Bu arada bu konforlu yürüyüş parkurum sınır kapısında işlem sırasını bekleyen sıralanmış tırların paraleli. Onlardan da yüksek tel örgü ile izole ediliyorum. Tüm bu atmosfere kararan hava, şarjı biten telefon ve tüm korku filmi sahnelerinin vazgeçilmez öğesi olan nereden belirdiğini anlaşılmayan bir sokak köpeği de katıldı. Sanırım bunca saçma durum bir araya geldiğinde beyin anlayamıyor, gerçek olmadığını zannediyor. Bunun sonucu olarak beynimin geliştirmesi gereken panik halinin yerine de saçma bir rahatlık hissi musallat oldu, sanki bininci kez sınırda kayboluşum. Ortalama 20 dakika kadar yürüdükten sonra ve mini bir büfe bulabildim. Ancak bu sefer de yeni engel olarak karşıma gelen dil problemini atlatmalıydım. Büfe sahibi olduğunu düşündüğüm kişi İngilizce, ben de doğru dürüst Almanca bilmiyorum. Bir şekilde pandomimle anlaştıktan sonra taxi istediğimi anladı. Hayır bu durumu bugün bile hala kavrayamıyorum. Nasıl olur da, bir çok dilde ortalama aynı fonetiklikte olan bir sözcük bu denli anlaşılamaz. Üstüne üstlük her şeyin ötesinde sanki sınırda bulunan bu minik büfeye grand tuvalet giyinmiş bavulu elinde her akşam yüzlerce kadın geliyor da benim ne istediğim kestirilemiyor. Sonuçta telefonla kendisinden tır çağırmasını isteyecek değildim. Neyse bir süre sonra taksi durağı arandı ve araç istendi. Sanırım 15 dakika kadar dünyanın en saçma yerinde sınır kapısının yakınında bekledim ve sonunda bir beklenilen kahraman ufukta göründü. Ve içeriden hayatımın en sıcak selamlayışı yükseldi; ‘merhaba’. Sonrasında taksi şöförünün kadın ve hatırladığım kadarıyla Çorumlu olduğunu öğrendim:)) Sanırım yıllar sonra annesine kavuşan insanların hissettikleri saadeti yaşadım bir süre. Sonra konuştuk aile işletmeleriymiş, ‘Haydar Taksi’ hala saklıyorum kartvizitlerini:))
Vitra Tasarım Müzesi:
Zamanı yönetmekte zorlandığımız, her şeyin hızla akıp gittiği bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir çağda müze ziyareti nasıl bir ruh hali ve yöntem gerektirir? Yanında neleri götürürsün? Müzeyi gezerken zamanı iyi kullanmak adına taktiklerin varsa paylaşabilir misin?
Çiğdem: Açıkcası bir çok müzeye spontane gidiyorum. Her şeyin çok fazla bilindiği fazla kontrolcü bir dönemden geçiyoruz. Gitmeden gideceğimiz yerlerin her detayına kadar öğrenip sonrasında her şeyi planlı götürmeye çalışıyoruz. Bunun iyi tarafı kısıtlı zamanda bir çok şeyi görebilmek için faydalı oluyor. Ancak en kıymetli duygudan da çalıyor bence şaşırma ve keşfetme. Çünkü bazen şöyle şeyler olabiliyor. Kafamda çok büyüttüğüm bir ton hazırlık yaptığım müzelere girdiğimde çok sıkılabiliyorum. İnanılmaz hızla çıktığım ünlü müzeler oldu. Müze resmen kustu beni 🙂 Halbuki yaptığım hazırlığa göre baya vakit geçirecektim. Ya da tam tersi oluyor. Bu yüzden yöntemden daha ziyade ilgi alanınız ise gidilen müze onunla alakalı kısa bir ön bilgilendirme yeterli bence. Zaten çok seviyorsanız vakit ayırıyorsunuz. Bunu en çok kalabalıktan alışveriş merkezinde miyim müzede miyim anlamadığım otomobil müzelerinde yaşadım.
Çiğdem Aslantaş’ın Gezdiği Müzeler:
Türkiye: Anadolu Medeniyetler Müzesi (Ankara), Etnografya Müzesi (Ankara), Resim Heykel Müzesi (Ankara), Çengel Han Rahmi Koç Müzesi (Ankara), Gordion Müzesi (Ankara), Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi (Ankara), Pul Müzesi (Ankara), MTA Tabiat Tarihi Müzesi (Ankara), İstanbul Modern (İstanbul), Oyuncak Müzesi (İstanbul), Zeugma Mozaik Müzesi (Gaziantep), Oyuncak Müzesi (Gaziantep), Cam Sanatları Müzesi (Eskişehir) ,Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi (Bursa), Antalya Deniz Biyolojisi Müzesi (Antalya), Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi (Muğla), Sinop Ceza Evi Müzesi (Sinop). Almanya: Toy Museum (Nürnberg), Freiland Museum (Bad Windsheim/Nürnberg), Red Dot Museum (Essen), Vitra Design Museum (Weil Am Rhein), Porsche Museum (Stuttgart), Mercedes-Benz Museum (Stuttgart), Sinsheim Auto Technik Museum (Sinsheim). Hollanda: Rijkl Museum (Amsterdam), Van Gogh Musuem (Amsterdam), Cheese Musuem (Amsterdam), Madame Tussaunds (Amsterdam), Moco Museum (Amsterdam). Sırbistan: Tesla Museum (Belgrad), Yugoslav Tarihi Müzesi (Belgrad), Museum of Applied Art (Belgrad), Zepter Museum (Belgrad). Çek Cumhuriyeti: Franz Kafka Museum (Prag), Puppet Museum (Prag). İtalya: Alfa Romeo Museum (Milano), Prada Museum (Milano). Litvanya: National Museum of Litvania(Vilnius), Castle Museum(Vilnius), Energy and Technologhy Museum(Vilnius), 9th Fort Museum(Kaunas), Kaunas City Museum(Kaunas). Letonya: Museum of Occupation (Riga), Art Nouveau (Riga), Art Museum (Riga), Science Museum (Riga). Estonya: KUMU (Tallinn), Submarine Museum (Tallinn). Fransa: Louvre Museum (Paris)
Görsel: Çiğdem Aslantaş