“Hızlı moda” (fast fashion) eskinin kati süratle yerini yeni stillere devrettiği ve markaların tüketicinin dikkatini üstlerine çekmek adına birbirleriyle boyuna hız yarışında olduğu bir üretim-tüketim döngüsü.
Yarattığı seçenek bolluğu, cazip fiyatlarıyla modayı demokratikleştirdiği söylense de bu aynı zamanda kalitenin, şeffaflığın ve etik üretim koşullarının da kesin sonu anlamına geliyor.
Son olarak Bangladeş’te 1000’den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan kaza, hızlı moda mekaniğinin ne denli tuhaf ve içler acısı bir seviyeye ulaştığını gösteren en çarpıcı gerçek. Fashion Revolution gibi küresel hareketlenmeler ise bu korkunç kazayla illallah eden toplulukların sisteme karşı bir darbe girişimi niteliğinde.
Görsel; Fast Company
Son yıllarda yavaş hareketiyle can verilen yavaş moda akımı üzerine düşündürse de dünyanın en meşhur trend gözlemci ve uzmanlarından Li Edelkoort’un ANTI_FASHION manifestosunu yayınlaması ne anlamaya geliyor veya nasıl bir önem taşıyor?
Öncelikle hatırlanması gereken bir şey var ki, TIME tarafından moda dünyasına yön veren en etkili 25 isimden biri seçilen (2003) ve Prada, Zegna gibi lüks markaların yanı sıra GAP, Zara gibi hızlı moda sisteminin çarklarını döndüren en güçlü oyunculara danışmanlık vermiş olan bir trend uzmanından bahsediyoruz.
Edelkoort’un, günümüz moda sistem ve dinamiklerinin nasıl artık geçerliliğini yitirdiğini gerekçeleriyle on maddede ele aldığı ANTI_FASHION, moda düzenini bu denli hükümsüz kılan radikal değişim ve sonuçları suratımıza vuran sektörel bir manifesto.
Modanın ölüm ilanını ana akıma ulaştıran ilk elçi Edelkoort olmasa da, bu sefer 1990’ların anti-moda eğilimlerinden ya da K-Hole’un ortaya attığı -ama herkesin bir moda trendi olarak yanlış anladığı şekliyle– “normcore” konseptinden çok farklı bir konuya kafa yorduğumuz çok açık.
Kısaca, alışageldiğimiz “moda” isimli endüstrinin sonuna geldik. Çıkar yol ise, kemikleşmiş hızlı moda sistemlerini bu köhne vaziyetinden kurtaracak son derece radikal ve zaruri bir değişim süreci.
Görsel; Dezeen
Li Edelkoort’a göre çıkarcı bir hızla ivme kazanan üretim hırsının, kendini Batı’dan uzakta ve işçilik ücretinin en düşük olduğu ülkelerde insanları sömürürken bulması emek probleminin yanı sıra kıyafetin de eski anlamını yitirmesine neden oldu. Sonuç, günlük tüketim ürünü haline gelen bayağı kıyafetler. Ayrıca manifesto, sayısız ucuz seçenekler karşısında mest olan tüketicinin çocuk işçiliğine dur demeyi unuttuğuna, bu kadar ucuz kıyafetleri kim, ne koşullarda, nasıl yapıyor diye sorgulamak yerine bizdeki tüketim ihtiyacını nasıl şuursuzca perçinlediğine de gölge düşüyor.
Anti-Fashion’a göre, küreselleşme uğruna küçük atölyelerden, ustadan çırağa aktarılan zanaatkarlık hünerlerinden ve ince işçilikten vazgeçilerek terzilik kavram ve kültürünün (couture) sonunun getirilmesi ise çekinmeksizin atılan ilk hızlı moda adımlarından.
Eğitiminden pazarlamasına, daima daha hızlıyı yakalamaya çalışan üretim sisteminden moda gazeteciliğine; artık modanın, toplum ve çevreyle olan bağını hepten kopardığı kanaatini getiren Edelkoort, yaratıcılığın ve yaratımın asıl gerçekliğine, üretim-eğitim ikilisinin kökten başlayarak ıslah edilmesi sonucu ulaşılabileceğini savunuyor.
Lidewij Edelkoort’un küllerinden doğan bir moda endüstrisi için öngördüğü muhtemel çözüm ise şöyle: Dikiş atölyelerinin bir düşünce laboratuarı olarak kullanılması, ilham kaynaklarının deneysel ortamda işlenmesi, biçimlenmesi, yeniden inşa edilmesi.
Mesela İstanbul Zanaatkarları projesinin Etiyopya, Bangladeş gibi ülkelerde terzi emekçiliğine odaklanan ve bu tekstil zanaatkarlarının lüks, etik ve şeffaf olarak konumlandırılabilecek Dior, Chanel gibi markalarla tanıştırıldığı bambaşka bir halini düşünelim. Acaba bu ülkelerde lokal üreticilerin rönesansı gerçekten yaşanır mıydı?
Kapak görseli; Trend Union